Tam da bu bölümü yazmaya başladığım sırada, Cuma namazı çıkışında (12.12.2014) birisi bana yaklaşarak selam verip hayırlı cumalar diledi. Arkasından da; "Belediye kimseye kalmadı, gördünüz mü?" dedi. Onun neyi kastettiğini anlamadan ben de; "Belediye değil, dünya kimseye kalmaz!" dedim. O kişi devamla ; "Size saygım sonsuz, ama size hakkımı helal etmem!" deyince içinde taşıdığı bir rahatsızlık olduğunu anladım. Daha bazı sözler de ilave etti. Ben de cevaben ona; "Bakın, sizin şahsınıza karşı, kişiliğinizle ilgili bir yanlış davranışım olmuşsa, içeriğini bile sormuyorum ve özür diliyorum, ama hakkın varsa, helal de etmezsen, sana minnet etmem, çünkü bir şey değiştirmeyecek. Gerçekten sana, bilmeden bir haksızlık yapmış isem zaten helallik dilemem de gerekmez, çünkü orada bir kasıt yoktur, bilmeden yapılan hataları değerlendirecek olan Allah'tır. Yok, eğer bilerek bir haksızlık yapmış isem, sen de hakkını helal etmezsen, Allah katında onun cezasını çekmeye de hazırım, zaten başka seçeneğim de yoktur. Ancak, elhamdülillah, kesinlikle, bilerek hiçbir kimseye haksızlık yapmadım." dedim. Tatlılıkla da ayrıldık. Yukarıda da anlattım ve bunu bilerek, farkındalıkla söylüyorum ki; kimseye bilerek haksızlık yapmadım ama doğru yapılan bir işi haksızlık olarak görenler için ben ne yapabilirim ki, o, kişinin kendi kusurudur.
Yöneticilik, gerçekten ateşten
gömlek gibidir. Yüce Allah'ın, hesap gününde ilk ödüllendireceği kişilerden ya
da gruplardan biri de adaletli yöneticilerdir. Bu işin yani yöneticiliğin
elbette ki sorumluluğu büyüktür, herhalde bu ödül de durup dururken ya da hiç
yoktan kişiye verilmeyecektir. Bir işin ödülü, sorumluluğu ile orantılıdır,
cezası da aynı şekildedir.
O arkadaştan ayrıldıktan sonra
anlattıklarını iyice düşündüm. Aradan belki on yıl geçmiş, hatırlamaya
çalıştım, anlattıkları içerisinde benimle ilgili olmayan taraflar olduğu gibi
ilgilendiren taraf da vardır. Ancak onun sözünü ettiği ve haksızlığa uğradığını
zannettiği uygulamanın bir bölümü haksızlık değil, aksine bir haksızlığı
ortadan kaldırmak için yapılmıştı. Bu yüzden çok rahatladım.
İşleri hiç de yoğun olmadığı
halde yıllık izin kullanmayan çok sayıda işçi personel vardı. Üstelik bunlar
izine gittiklerinde, yürüttükleri işlerde herhangi bir aksama yaşanması da söz
konusu değildi. Durumu incelediğimde, bu durumda olanların işleri yoğun
olmadığı için izin kullanmadıklarını, emekli ikramiyesi gibi, içeride izin
parası biriktirildiğini görmüştüm. O kişinin anlattıklarının bir bölümü de bu
kapsamda imiş.
O zamanın parası ile otuz-otuz
beş milyar ikramiye alan işçi personel, beş ile on milyar arasında değişen,
belki de daha fazla rakamlarda, kullanmadıkları izinlerin parasını alıyorlardı.
Bu, işçi statüsünde çalışanlara uygulanan bir yöntemdir. Memur olan personele yıllık
iznini kullanmadığında izin parası ödenmediği gibi kullanmadıkları izinleri de
belirli süreden sonra yanmaktadır. İşçi, izne gittiğinde Cumartesi ve Pazar
günleri izine dâhil değildir ama memur izine gittiğinde Cumartesi ve Pazar
günleri de izine dâhildir. Uygulamada, işçi personel ile memur personel
arasında bir de böyle bir haksızlık vardır. Bugüne kadar da bu yanlışlığı ya da
haksızlığı düzeltmeye kimse ne teşebbüs etmiş ne de gündeme getirmiştir.
Personel bu düşünce ve hesapla
izin kullanmazken, ilgili birim amirleri de her ne hikmetse bu kişilere bir
program dâhilde izinlerini kullandırtmamışlar. Dolayısıyla kurum, bu
uygulamadan dolayı bir şekilde zara uğratılmış.
Bu durumda olanları, bir program dâhilinde zorunlu izine göndermek suretiyle
haksız kazanç elde edilmesinin önüne geçmeye çalışmıştık. Zaten belediye o
zamanlarda ekonomik yönden zor günler geçiriyordu. Şimdi ben de soruyorum; bu
durumda olan kişi, nasıl bir hak iddia edebiliyor ve kim kime hakkını helal
etmeme gibi bir hakkı kendisinde görebiliyor ki? Sonra, hangi işte daha verimli
olacaksa, personelini o işte çalıştırmak, yöneticinin hem görevi hem de hakkı
değil midir? Hakları varsa elbette alsınlar ama hak edilmeyen bir parayı almaya
hiçbir personelin hakkı, vermeye de hiçbir yöneticinin yetkisi yoktur. Bu esasa
bağlı kalınmadığında bunun hesabını kim verebilecektir? Bunların, belki de açık
bir şekilde, o kişilere anlatılıp ancak haklarına talip olmaları gerektiği
açıklanmalıdır ki onlar da bunun bir hak olmadığını bilsinler ve öğrenmiş
olsunlar. Bunu da birim amirlerinin yapması gerekirdi, herhalde ben anlatacak
değildim, bunları da yapmayacaklarsa birim amirleri ne iş yapacaklardır o
zaman? Anlaşılan o ki bu işler böyle yürütülmüş!
Bu tür uygulamaların hangi
yöntem ve maksatlarla yapıldığını anlamış da değilim. Yine bir Cuma namazı
çıkışında belediyede görev yapan birisi yanıma gelerek hâl ve hatır sordu,
karşılıklı kısa bir sohbetten sonra; "Başkan Bey beni, benim de istediğim bir
göreve getirmek için söz vermişti ama buna siz mani olmuşsunuz, doğru mu?" diye
sordu. O sırada ben belediyeden ayrılalı şu anda tam hatırlamıyorum ama bir yıl
veya daha fazla zaman olmuştu. Ben o görevliye; "Ben belediyeden ayrılalı ne
kadar oldu, üstelik şu anda ben belediyede de değilim, bir etkim de yetkim de
yok, Başkan hâlâ orada, ben o zaman mani olmuşsam git şimdi kendisi alsın,
önünde bir engel yok!" dedim. Bildiğim kadarıyla o görevli, ondan sonra da
sözünü ettiği göreve getirilmedi. Şimdi bu etik mi, insanlara şirin görünmek
için takip edilen bu yöntem doğru mudur?
Bir şekilde görev yeri
değiştirilen personelden biri, milletvekillerinden birini devreye girdirmiş.
Milletvekili telefonla Başkanı aramış, başkan arda bir söz söylemiş, iş
olmamış, bu sefer Milletvekili görevliyi aramış, Başkanla aralarında geçen
konuşmayı olduğu gibi aktarmış, o da geldi arada geçen konuşmaları bana
anlatmıştı. Bu nasıl bir yönetim sistemi, bunlar her şeyden önce ne kadar
etiktir?
Belediyeler başta olmak üzere,
kurumların verimli olamamalarının en etkin sebebi yetenekli kişilerle çalışma
içerisinde bulunulmamasıdır. Bu yazı serisi içerisinde kaç kere yazdım, yeri
geldikçe de pekişmesi bakımından daha da belki yazacağım; bunlar yanlış olmanın
ötesinde bütün topluma karşı yapılmış bir haksızlıktır, yanlış uygulamalardır.
Bunun vebalini kimse çekemez. Önce insanlar dürüst iş yapmayı öğrenmelidirler,
işlerinin ehli olmalıdırlar ve helal kazanmaya da kararlı olmalıdırlar. Yoksa
öyle dinden, Allah'tan söz etmeyi bırakmalıdırlar.
Yanlış işlemlerin olduğu yerde
nasıl ayakta kalındığına çok hayret ederim, sonra da onun sebebini az sayıda da
olsa iyi insanlar ve iyi işlere bağlarım.
Bunları gördükten sonra bazı
kişilerin, belediyeler gibi kurumların yakın yerine niçin yaklaştırılmadığını
veya bunun tersi durumları çok daha iyi anlıyorum.
Herkes bir şekilde sınavdan
geçmiştir, geçmektedir. Bize verilen imkânları en doğru ve en verimli bir
şekilde kullanıp, kamu hizmeti verirken, bu uygulamalardan rahatsız olunmasını,
dedikodudan başka dayanağı olmayan ve birileri tarafından icat edilen suni
durumlar bahane edilerek huzursuzluk üretilmesini anlamak ve kabul etmek mümkün
değildir. Herkesi kendi hesabını doğru
tutmak zorundadır, ben bunu bilirim.