Tarih: 09.03.2015 09:06

Kahramanmaraş Dosyası 38

Facebook Twitter Linked-in

Yanlış uygulama ve davranışları olan görevliler belki her kurum ve kuruluşta vardır ama daha çok da belediyelerde, bizim daha yakından tanıdığımız Kahramanmaraş belediyesinde ise bol miktarda bulunmaktadır.

Bugün Kahramanmaraş, sorunlar yumağı bir kent durumundaysa bu, hangi kademede olurlarsa olsunlar en üsttekinden en alt kademede görev yapanlara kadar, en mükemmel şehri kurmak için çaba sarf etmeyenlerin eseridir! Bir işte başarılı olmanın yolu kaygı ve sorumluluk duygusu taşımaktan geçer. Bu durumda olmayanlardan gelecek herhangi bir fayda nerde ki yoktur.

Kendi ihtiras ve tutkularına sıkı sıkıya bağlı olan yetkililer, itaat kaygılarından ya da parlayıp halkın daha yakından onları tanımalarından çekindikleri için yetenekli kişilere kurumun kapısını kapatmışlardır. Bunları, gördüğüm ve bildiğim, bazılarını da birebir yaşadığım için söylüyorum.

Bildiklerimi, gördüklerimi ve yaşadıklarımı burada sayıp dökmek istemiyorum ancak sayıca epeyce olduğunu söyleyebilirim.

Yıl 2003, aylardan Şubat. Belediye Başkanı hacca gitmişti, Başkana ben vekâlet ediyorum. O zaman başkan yardımcısı değilim. 12 Şubat Kurtuluş Bayramı'ndan sadece birkaç gün önce kente yeni atanan Vali Bey bayram arifesinde göreve başlamıştı. Vali yeni, ben görevli olarak ilk defa bayram kutlamalarına katılıyorum, belediye başkanı olsaydı onun da başkan olarak katıldığı ilk bayram olacaktı.

12 Şubat günü hava, Kahramanmaraş şartlarında olabildiği kadar soğuk.

Kurtuluş bayramında halka belediye başkanı hitap eder, kutlamada bulunur ve kutlamaları kabul eder, teamül böyle.

Tören akışı içerisinde halka hitap etmek için kürsüye çıktım, dedim ya hava çok soğuk, konuşmanın heyecanı soğuğun etkisini biraz olsun kırmıştı. Konuşmamı tamamlayıp şeref tribününe döndüğümde Vali Bey yaptığım konuşmadan dolayı tebrik etti ve iltifatta bulunmayı da ihmal etmedi. Sonra da babacan tavrı ile görevli arkadaşa işaret ederek kabanımı getirtti, bu da iltifatın bir bakıma devamı idi.

Kurtuluş bayramında kente gelen misafirlere Belediye ev sahipliği yapar ve onların onuruna öğle yemeği verir, o gün bayrama katılan misafirler onuruna DSİ Bölge Müdürlüğü misafirhane bölümü salonunda öğle yemeğinde protokol ve misafirlerle tekrar bir araya geldik. Vali Bey beni görünce hemen yaptığım konuşma için beni tekrar tebrik ettiği ve "Reis Bey, o ses hâlâ kulaklarımda, çok güzel bir konuşmaydı." dedi.

Vali Bey, tanıştığımız andan itibaren hep; "Reis" ifadesini kullanırdı.

O gün, sadece Vali Bey iltifatın yanı sıra teşekkür etti ve tebrikte bulundu. Orada ve törende bulunanların hiçbirinden ses çıkmadı. Sadece Milletvekillerinden birisi "Bunlar mikrofona alışkındırlar" demek suretiyle Vali Bey'e sanki bir göndermede bulundu veya Vali Bey'in bu sözüne kendince katkıda bulunmuş oldu. Takdir edilir ki bu da, iltifattan ziyade kale almazlık bir ifadeye benzemekten başka bir şey değildi.

Aynı gün akşam Vali Bey Milletvekilleri onuruna Polis Evi'nde yemek verdi, yemeğe beni de davet ettiler. Tabi akşam, belirtilen saatte biz oradaydık. Gündüz havanın soğuk olmasından dolayı Vali Bey rahatsızlanmış, yemeğe biraz geç kalmıştı, gelir gelmez de kutlama konuşmasını kast ederek;" Reis Bey, bir defa daha söyleyeceğim artık söylemeyeceğim, çok söyledim herhalde, o ses hâlâ kulaklarımda!" dedi ve tekrar tebrik etti. Orada sadece Fatih Arıkan; "Sayın Valim, Reis aynı zamanda edebiyatçıdır." diyerek katkıda bulundu.

Ben yaptığım hiçbir işten dolayı hiçbir kimseden ve hiçbir zaman teşekkür beklemedim, sadece üzerime aldığım işi hakkı ile yapmaya çalıştım. "Peki, bunu niye anlatıyorsun?" denilecek olursa cevabım, yukarıda anlattığım, yöneticilerin kıskançlıklarına, yaşanmış bir delil olduğu için anlattığımı söylerim. Kıskançlıkların ve yerini koruma kaygılarının kentimize nelere mâl olduğunu ve neler kaybettirdiğini anlatmanın gerekliliğini düşünerek bunları anlatıyorum. Bu tür takıntı ve tavırlar olgun bir yöneticide kesinlikle bulunmaması gerekir inancındayım.

Hâlbuki biz, geçmişinde paylaşımcılığı esas alan bir medeniyetin ve kültürün çocuklarıyız. Kâbe yeniden tamir edilirken, Hacer-i Esved'in yerine konulmasına sıra geldiğinde, o günkü kabileler arasından her biri kendilerinin bu hakka sahip olduğunu iddia ederek aralarında tartışmaya başlamışlardı.  Bir hayli tartıştıktan sonra kendi aralarında bir anlaşmaya vararak ; "Şu sokaktan ilk çıkan kişi aramızda hakem olsun." demişlerdi.

Sokaktan ilk çıkan da Peygamber Efendimiz olmuştu. O zaman henüz peygamber değildi. Sorunu çözmek için Peygamber Efendimiz omuzundaki şalı yere sermiş, Hacer-i Esved'i de üzerine koyarak, orada bulunan bütün kabile mensuplarını çağırmış, şalın ucundan tutturmak suretiyle birlikte taşıttırmış, kendisi de taşı alarak yerine koymuşlardı. Çoklarımızın, birçok kere duyduğu bu olay, paylaşımcılığın güzelliğini ve nezaketini mükemmel bir şekilde anlatmasına rağmen ve en çok da inançlı kişilerin bunu ilke edinmesi gerekirken, bu kişilerin, kıskançlığın en daniskasını gizliden gizliye sahiplenmiş olmaları öyle anlaşılacak ve kabul edilecek bir durum değildir.

Benim belediyeden ayrıldığım günün ertesi günü, bir birimde görev yapanlardan birisi, büroda çalışan diğer arkadaşlarına bir tespitinden söz ederek ; "İlk dönemlerinde Başkan, kendisine bir şey sorduğumuz zaman ‘Hocama sorun" derdi, bir süre sonra " Mahmut Nedim Bey'e sorun " der oldu, biraz daha zaman geçtikten sonra ifade "Mahmut'a sorun" şekline dönüştü. Ben, bu iş ne zamana kadar gidecek, ipler nerede koparılacak diye bekliyordum zaten, nihayet bugün ipler koptu." demiş.

Nerede olursa olsun kişiler arasında kıskançlıklar baş göstermeye başladığı yerde artık huzur da o ortamdan kendisini çekmeye başlar. Yine "İnsanlara teşekkür etmeyenler, Allah'a şükretmesini de bilemezler. " düsturunu ilke edinenlerin, başta inançlı kişiler olması gerekirken, günümüzde yaşayan bu kişilerin bu düsturu görmezlikten geldikleri de bir gerçektir.  Bu düşünce ve davranışta olan yöneticiler; arkalarında kıramadıkları kişilerin bulunduğu veya "itaat eder" diyerek seçtikleri kişilerden oluşturdukları kadrolarla kent yönetimi gibi çok ciddi bir işi yürütmeye çalışmışlardır. Bu iki özelliğe (!) sahip olanlar arasından seçilerek oluşturulmuş kadroların, üzerinde hiçbir çalışma yapmadan kendi başına bıraktıkları, gelişigüzel kurulmuş, yepyeni şehir yani kentin batı tarafında oluşan yeni yerleşim yeri daha genç yaşında işte bu yüzden köhneleşmiştir!

Burada bir de şunu söylemek durumundayım; her nedense inanan kişilerde yanlış bir kader anlayışı vardır. Birilerinin bir yerlere gelmesi ya da bir yerlere gelememesi veya uzaklaşması ya da uzaklaştırılması hep kadere bağlanır. Ben bu geliş gidişlerin, herhangi bir görevde bulunmanın ya da bulunamamanın, bulundurulmamanın kader olmadığına ve herkesin yaptıklarından, niyetlerine göre sorumlu olduklarına inanıyorum.

Doğru yapılanların sevabı kişiye verileceği gibi sorumluluk gerektiren konularda, sorumluluk anlayışı dairesinde hareket etmeyenlerin de bunun hesabını vereceklerine inanıyorum.

"Emanetin ehline verilmesi" Allah'ın emridir. Eğer bir yerlerde bulunmak ya da bulunamamak kader ise Yüce Allah, emanetin yetenekli kişilere verilmesini niçin emretmiştir ki? Allah, emaneti yetenekli, ehil kişilere verilmesini emrettiğine göre o zaman sormak gerekmez mi; yetki alan inançlı kişiler, nasıl oluyor da inandıkları halde Allah'ın emrine uymuyorlar, kendilerini nasıl bir nereye koyduklarının farkında mıdırlar, kendileri bunu bilmiyorlarsa çevrelerinde bulunanlar arasında bunu bilenler neden ses çıkarmıyorlar, buna verebilecekleri bir cevap var mıdır?

Bir işin veya birimin başına getirilen kişi de aynı sorumlukta değil midir? Sorumluluk alan kişi sorumluluğunu aldığı iş hakkında bilgisi yoksa hiç değilse yönetimini üstlendiği birimin işlerini öğrenme azim ve gayretinde olmalıdır. Sorumluluk, bu kadarcık bir gayreti bile göstermeyenlerin peşini bırakmayacaktır. Her inişin bir yokuşu olacak, gün gelecek büyük hesap gününde herkes yaptıklarıyla baş başa kalacaktır!

Evet, ben teknik eleman değilim, ancak yönettiğim işi de başkalarının eliyle yönetmeyi hiç sevmem, hamdolsun bu şekilde bir yönetici de olmadım. Bu yüzden sorumluluğunu aldığım her birimin çalışma alanı ile ilgili temel bilgileri ve o işin girdisini-çıktısını en kısa zamanda öğrenip işimi takip ettim. Bir iş üzerinde yoğunlaşmak, büyük ölçüde işi çözmek demektir, bunu bizzat yaşayarak gördüm.

Bir defasında birimlerden birinin sorumlusu hacca gitmişti. Asfaltlanacak bir yolda olumsuz bir durum ortaya çıkmış. Vekâlet eden arkadaş durumu anlattı ve ne yapması gerektiğini sordu. İş mahalline gittim, gerekli mütalaayı yaptıktan sonra önerimi söyledim ve o şekilde olumsuz durum ortadan kaldırılmıştı. Ben, çalışma yapılan alandan ayrılırken görevli arkadaş, arabası olmadığını, benimle birlikte daireye dönmesinin uygun olup olmadığını sordu. Yolda bana; "Başkanım, bir merakımı size sorabilir miyim?" dedi. Sonra devam etti;" Ben mühendisim, siz ise mühendis değilsiniz. Nasıl oluyor da benim çözmem gereken bir sorunu ben çözemiyorum da siz çözüyorsunuz?" demişti.

Yönetici orkestra şefi gibidir. Orkestra şefinin bütün enstrümanları çalmayı bilmesi gerekmez ama orkestrayı yönetme yeteneğine sahip olması, o işi sahiplenip benimsemesi gerekir. Belediye gibi çoklu birimlerin olduğu bir kurumda yönetici olan kişinin her şeyi bilmesi gerekmez hele teknik eleman olması hiç gerekmez. Çünkü belediyecilik sadece yol, kaldırım, köprü yapmak demek değildir. Yöneticinin yönetim bilgi ve yeteneğine sahip olması, problemleri çözme konusunda hem gayretli hem de azimli olması başarılı olması için yeterlidir. Azimli olmak büyük ölçüde işleri çözmek demektir. Çoklu birimlerde üst yönetici elbette ki işleri yönetecek yetenekte olmalıdır ama birimleri yönetenler, mutlaka  yönettikleri birimin gerektirdiği teorik ve pratik bilgiye sahip olmaları yanında yönetimle ilgili  donanımda olmalıdırlar, hiç değilse,  varsa eksiklerini kısa zamanda tamamlamalıdır. Böyle olmadığı zaman işlerden verim alınması ya mümkün değildir, ya da çok zordur. İşte o zaman ya işler birbirine karışacak ya da o iş,  iş olmaktan çıkacaktır.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —