Yanlış uygulama ve davranışları olan görevliler belki her kurum ve kuruluşta vardır ama daha çok da belediyelerde, bizim daha yakından tanıdığımız Kahramanmaraş belediyesinde ise bol miktarda bulunmaktadır.
Bugün Kahramanmaraş, sorunlar yumağı bir kent
durumundaysa bu, hangi kademede olurlarsa olsunlar en üsttekinden en alt
kademede görev yapanlara kadar, en mükemmel şehri kurmak için çaba sarf
etmeyenlerin eseridir! Bir işte başarılı olmanın yolu kaygı ve sorumluluk
duygusu taşımaktan geçer. Bu durumda olmayanlardan gelecek herhangi bir fayda
nerde ki yoktur.
Kendi ihtiras ve tutkularına sıkı sıkıya bağlı olan
yetkililer, itaat kaygılarından ya da parlayıp halkın daha yakından onları
tanımalarından çekindikleri için yetenekli kişilere kurumun kapısını
kapatmışlardır. Bunları, gördüğüm ve bildiğim, bazılarını da birebir yaşadığım
için söylüyorum.
Bildiklerimi, gördüklerimi ve yaşadıklarımı burada sayıp
dökmek istemiyorum ancak sayıca epeyce olduğunu söyleyebilirim.
Yıl 2003, aylardan Şubat. Belediye Başkanı hacca
gitmişti, Başkana ben vekâlet ediyorum. O zaman başkan yardımcısı değilim. 12
Şubat Kurtuluş Bayramı'ndan sadece birkaç gün önce kente yeni atanan Vali Bey
bayram arifesinde göreve başlamıştı. Vali yeni, ben görevli olarak ilk defa
bayram kutlamalarına katılıyorum, belediye başkanı olsaydı onun da başkan
olarak katıldığı ilk bayram olacaktı.
12 Şubat günü hava, Kahramanmaraş şartlarında olabildiği
kadar soğuk.
Kurtuluş bayramında halka belediye başkanı hitap eder,
kutlamada bulunur ve kutlamaları kabul eder, teamül böyle.
Tören akışı içerisinde halka hitap etmek için kürsüye
çıktım, dedim ya hava çok soğuk, konuşmanın heyecanı soğuğun etkisini biraz
olsun kırmıştı. Konuşmamı tamamlayıp şeref tribününe döndüğümde Vali Bey
yaptığım konuşmadan dolayı tebrik etti ve iltifatta bulunmayı da ihmal etmedi.
Sonra da babacan tavrı ile görevli arkadaşa işaret ederek kabanımı getirtti, bu
da iltifatın bir bakıma devamı idi.
Kurtuluş bayramında kente gelen misafirlere Belediye ev
sahipliği yapar ve onların onuruna öğle yemeği verir, o gün bayrama katılan
misafirler onuruna DSİ Bölge Müdürlüğü misafirhane bölümü salonunda öğle
yemeğinde protokol ve misafirlerle tekrar bir araya geldik. Vali Bey beni
görünce hemen yaptığım konuşma için beni tekrar tebrik ettiği ve "Reis Bey, o
ses hâlâ kulaklarımda, çok güzel bir konuşmaydı." dedi.
Vali Bey, tanıştığımız andan itibaren hep; "Reis"
ifadesini kullanırdı.
O gün, sadece Vali Bey iltifatın yanı sıra teşekkür etti
ve tebrikte bulundu. Orada ve törende bulunanların hiçbirinden ses çıkmadı.
Sadece Milletvekillerinden birisi "Bunlar mikrofona alışkındırlar" demek
suretiyle Vali Bey'e sanki bir göndermede bulundu veya Vali Bey'in bu sözüne
kendince katkıda bulunmuş oldu. Takdir edilir ki bu da, iltifattan ziyade kale
almazlık bir ifadeye benzemekten başka bir şey değildi.
Aynı gün akşam Vali Bey Milletvekilleri onuruna Polis
Evi'nde yemek verdi, yemeğe beni de davet ettiler. Tabi akşam, belirtilen
saatte biz oradaydık. Gündüz havanın soğuk olmasından dolayı Vali Bey
rahatsızlanmış, yemeğe biraz geç kalmıştı, gelir gelmez de kutlama konuşmasını
kast ederek;" Reis Bey, bir defa daha söyleyeceğim artık söylemeyeceğim, çok
söyledim herhalde, o ses hâlâ kulaklarımda!" dedi ve tekrar tebrik etti. Orada
sadece Fatih Arıkan; "Sayın Valim, Reis aynı zamanda edebiyatçıdır." diyerek
katkıda bulundu.
Ben yaptığım hiçbir işten dolayı hiçbir kimseden ve
hiçbir zaman teşekkür beklemedim, sadece üzerime aldığım işi hakkı ile yapmaya
çalıştım. "Peki, bunu niye anlatıyorsun?" denilecek olursa cevabım, yukarıda
anlattığım, yöneticilerin kıskançlıklarına, yaşanmış bir delil olduğu için
anlattığımı söylerim. Kıskançlıkların ve yerini koruma kaygılarının kentimize
nelere mâl olduğunu ve neler kaybettirdiğini anlatmanın gerekliliğini düşünerek
bunları anlatıyorum. Bu tür takıntı ve tavırlar olgun bir yöneticide kesinlikle
bulunmaması gerekir inancındayım.
Hâlbuki biz, geçmişinde paylaşımcılığı esas alan bir
medeniyetin ve kültürün çocuklarıyız. Kâbe yeniden tamir edilirken, Hacer-i
Esved'in yerine konulmasına sıra geldiğinde, o günkü kabileler arasından her
biri kendilerinin bu hakka sahip olduğunu iddia ederek aralarında tartışmaya
başlamışlardı. Bir hayli tartıştıktan
sonra kendi aralarında bir anlaşmaya vararak ; "Şu sokaktan ilk çıkan kişi
aramızda hakem olsun." demişlerdi.
Sokaktan ilk çıkan da Peygamber Efendimiz olmuştu. O
zaman henüz peygamber değildi. Sorunu çözmek için Peygamber Efendimiz
omuzundaki şalı yere sermiş, Hacer-i Esved'i de üzerine koyarak, orada bulunan
bütün kabile mensuplarını çağırmış, şalın ucundan tutturmak suretiyle birlikte
taşıttırmış, kendisi de taşı alarak yerine koymuşlardı. Çoklarımızın, birçok
kere duyduğu bu olay, paylaşımcılığın güzelliğini ve nezaketini mükemmel bir
şekilde anlatmasına rağmen ve en çok da inançlı kişilerin bunu ilke edinmesi
gerekirken, bu kişilerin, kıskançlığın en daniskasını gizliden gizliye
sahiplenmiş olmaları öyle anlaşılacak ve kabul edilecek bir durum değildir.
Benim belediyeden ayrıldığım günün ertesi günü, bir
birimde görev yapanlardan birisi, büroda çalışan diğer arkadaşlarına bir
tespitinden söz ederek ; "İlk dönemlerinde Başkan, kendisine bir şey sorduğumuz
zaman Hocama sorun" derdi, bir süre sonra " Mahmut Nedim Bey'e sorun " der
oldu, biraz daha zaman geçtikten sonra ifade "Mahmut'a sorun" şekline dönüştü.
Ben, bu iş ne zamana kadar gidecek, ipler nerede koparılacak diye bekliyordum
zaten, nihayet bugün ipler koptu." demiş.
Nerede olursa olsun kişiler arasında kıskançlıklar baş
göstermeye başladığı yerde artık huzur da o ortamdan kendisini çekmeye başlar.
Yine "İnsanlara teşekkür etmeyenler, Allah'a şükretmesini de bilemezler. "
düsturunu ilke edinenlerin, başta inançlı kişiler olması gerekirken, günümüzde
yaşayan bu kişilerin bu düsturu görmezlikten geldikleri de bir gerçektir. Bu düşünce ve davranışta olan yöneticiler;
arkalarında kıramadıkları kişilerin bulunduğu veya "itaat eder" diyerek
seçtikleri kişilerden oluşturdukları kadrolarla kent yönetimi gibi çok ciddi
bir işi yürütmeye çalışmışlardır. Bu iki özelliğe (!) sahip olanlar arasından
seçilerek oluşturulmuş kadroların, üzerinde hiçbir çalışma yapmadan kendi
başına bıraktıkları, gelişigüzel kurulmuş, yepyeni şehir yani kentin batı
tarafında oluşan yeni yerleşim yeri daha genç yaşında işte bu yüzden
köhneleşmiştir!
Burada bir de şunu söylemek durumundayım; her nedense
inanan kişilerde yanlış bir kader anlayışı vardır. Birilerinin bir yerlere
gelmesi ya da bir yerlere gelememesi veya uzaklaşması ya da uzaklaştırılması
hep kadere bağlanır. Ben bu geliş gidişlerin, herhangi bir görevde bulunmanın
ya da bulunamamanın, bulundurulmamanın kader olmadığına ve herkesin
yaptıklarından, niyetlerine göre sorumlu olduklarına inanıyorum.
Doğru yapılanların sevabı kişiye verileceği gibi
sorumluluk gerektiren konularda, sorumluluk anlayışı dairesinde hareket
etmeyenlerin de bunun hesabını vereceklerine inanıyorum.
"Emanetin ehline verilmesi" Allah'ın emridir. Eğer bir
yerlerde bulunmak ya da bulunamamak kader ise Yüce Allah, emanetin yetenekli
kişilere verilmesini niçin emretmiştir ki? Allah, emaneti yetenekli, ehil
kişilere verilmesini emrettiğine göre o zaman sormak gerekmez mi; yetki alan
inançlı kişiler, nasıl oluyor da inandıkları halde Allah'ın emrine uymuyorlar,
kendilerini nasıl bir nereye koyduklarının farkında mıdırlar, kendileri bunu
bilmiyorlarsa çevrelerinde bulunanlar arasında bunu bilenler neden ses
çıkarmıyorlar, buna verebilecekleri bir cevap var mıdır?
Bir işin veya birimin başına getirilen kişi de aynı
sorumlukta değil midir? Sorumluluk alan kişi sorumluluğunu aldığı iş hakkında
bilgisi yoksa hiç değilse yönetimini üstlendiği birimin işlerini öğrenme azim
ve gayretinde olmalıdır. Sorumluluk, bu kadarcık bir gayreti bile
göstermeyenlerin peşini bırakmayacaktır. Her inişin bir yokuşu olacak, gün
gelecek büyük hesap gününde herkes yaptıklarıyla baş başa kalacaktır!
Evet, ben teknik eleman değilim, ancak yönettiğim işi de
başkalarının eliyle yönetmeyi hiç sevmem, hamdolsun bu şekilde bir yönetici de
olmadım. Bu yüzden sorumluluğunu aldığım her birimin çalışma alanı ile ilgili
temel bilgileri ve o işin girdisini-çıktısını en kısa zamanda öğrenip işimi
takip ettim. Bir iş üzerinde yoğunlaşmak, büyük ölçüde işi çözmek demektir,
bunu bizzat yaşayarak gördüm.
Bir defasında birimlerden birinin sorumlusu hacca
gitmişti. Asfaltlanacak bir yolda olumsuz bir durum ortaya çıkmış. Vekâlet eden
arkadaş durumu anlattı ve ne yapması gerektiğini sordu. İş mahalline gittim,
gerekli mütalaayı yaptıktan sonra önerimi söyledim ve o şekilde olumsuz durum
ortadan kaldırılmıştı. Ben, çalışma yapılan alandan ayrılırken görevli arkadaş,
arabası olmadığını, benimle birlikte daireye dönmesinin uygun olup olmadığını
sordu. Yolda bana; "Başkanım, bir merakımı size sorabilir miyim?" dedi. Sonra
devam etti;" Ben mühendisim, siz ise mühendis değilsiniz. Nasıl oluyor da benim
çözmem gereken bir sorunu ben çözemiyorum da siz çözüyorsunuz?" demişti.
Yönetici orkestra şefi gibidir. Orkestra şefinin bütün enstrümanları çalmayı bilmesi gerekmez ama orkestrayı yönetme yeteneğine sahip olması, o işi sahiplenip benimsemesi gerekir. Belediye gibi çoklu birimlerin olduğu bir kurumda yönetici olan kişinin her şeyi bilmesi gerekmez hele teknik eleman olması hiç gerekmez. Çünkü belediyecilik sadece yol, kaldırım, köprü yapmak demek değildir. Yöneticinin yönetim bilgi ve yeteneğine sahip olması, problemleri çözme konusunda hem gayretli hem de azimli olması başarılı olması için yeterlidir. Azimli olmak büyük ölçüde işleri çözmek demektir. Çoklu birimlerde üst yönetici elbette ki işleri yönetecek yetenekte olmalıdır ama birimleri yönetenler, mutlaka yönettikleri birimin gerektirdiği teorik ve pratik bilgiye sahip olmaları yanında yönetimle ilgili donanımda olmalıdırlar, hiç değilse, varsa eksiklerini kısa zamanda tamamlamalıdır. Böyle olmadığı zaman işlerden verim alınması ya mümkün değildir, ya da çok zordur. İşte o zaman ya işler birbirine karışacak ya da o iş, iş olmaktan çıkacaktır.