Yukarıda (bir önceki bölümde) sözünü ettiğim banka, şehrin en merkez yerlerinden birinde, herkesin gözü önünde, açıkça kaldırımı işgal etmiş ve halen de işgal ediyor olmasına rağmen, anlaşıldığı ve görüldüğü kadarıyla yasal olarak herhangi bir engellemeyle karşılaşmadıkları gibi sonrasında da haklarında hiçbir işlem yapılmamıştır. Üstelik bankanın, usulsüz bir şekilde yaptırmış olduğu rampa, çok geçmeden kentte emsal teşkil etmeye başlamıştır. Her aklına esen artık her fırsatı değerlendirmeye, aynı şekilde kaldırımları işgal etmeye başlamıştır. Halen ve bundan sonra da bunların onlarca örneğini görmek mümkündür. Yani o yanlışlığa göz yumulmasıyla kentte çok kötü bir çığır açılmıştır.
Bu
işlemler müsamaha gördükten ve işlerlik kazandıktan sonra yani bu yapılaşmaya
izin veren iradeden sonra göreve gelen yöneticinin işi oldukça zorlaşmış
demektir. O imtiyazı koparanlar, ele geçirdikleri bu ayrıcalıklardan kolayına
vaz geçmeyeceklerdir. Bundan sonra benzer işleri yapanlar da öncekileri emsal
göstermek suretiyle yakaladıkları ayrıcalığın devamlı olmasını isteyecekler ve
devamlılığında direneceklerdir.
Yine
işin bir garip tarafı da bu tür işlere inançlı insanların alet olmasıdır.
Hâlbuki bunlar çok iyi bilirler, en azından birkaç kere duymuşlardır ki,
Peygamber Efendimizin; kötü çığır açanlar için, o kötü işin her tekrarından,
ona ilk başta izin veren ya da yanlış işi bizzat yapan kişiye günah olarak bir
pay olduğu yönünde hadis-i şerifleri vardır. Belki ayet ve hadislerden söz etmeyi
uygun bulmayanlar çıkabilir, ancak bizler Müslüman bir toplumuz, elbette ki
ayet ve hadislerle uyarıda bulunuruz, herhalde ilk önce bizim dışımızdakilerden
örnek verecek değiliz.
Yönetici
olmanın elbette ki bir riski vardır ama o nispette de ödülü vardır. Bunlara
dikkat etmeyecek kişiler, neden yönetici olur veya yönetici olmak için son
örneklerinde görüldüğü gibi bir âlemi ayağa kaldırırlar ki? Yeteneği olmayan ya
da yanlış işler yaptığı bilinen kişiler için daha üst makamlarda tavassutta
bulunanlar için de aynı akıbet söz konusudur. Milletin işini hakkaniyet
ölçüleri içerisinde takip etmeyenler, edemeyenler neden yönetici olurlar veya
olmalıdırlar ki? Eğer benzer durumlarda bolca örnek verilen, geçmişin;" Şu
okullar olmasa" deyip sözünü sürdürdüğü zat gibi düşünüp o ifadeyi kullanacak
olanlar çıkacak olursa, kusura bakmasınlar, kimse zorla kendilerini getirip
oraya oturtmamıştır.
Bu
ve benzer durumlarda işin bir kötü tarafı da; söz söyleme, yanlışlıkları dile
getirebilme yeteneği olanlar, hedef olmaktan ya da kötü kişi rolü oynamaktan
belki de çekinecekler, ya da "neme lazım" deyip geçeceklerdir. Zaten halkın
büyük çoğunluğu da bu işler böyle olur zannettiklerinden ortalık sütliman
hesabı, herkes yoluna sükûnetle devam edecektir ve de etmektedir. Bu tür yanlış
işlemlerde bulunanalar, biraz tedirginlik duysalar da etkin yerlere sürekli
yakın olma politikasıyla işi bu şekilde götüreceklerdir. Bu tür işlerin
temelinde, doğrudan izin verilmiş olmasa da; "Sen yap, benim haberim yok!"
politikası vardır. Bu rampalar dışında birçok işyeri sahibi de birbirine örnek
teşkil etmek suretiyle işyerlerinin önünde, kocaman kocaman alanlar çevirerek
kaldırımları işgal etmişler ve etmektedirler.
Bir
dönem, kaldırım işgalleri tam anlamıyla bitmişti ki çok farklı bir şekilde geri
dönüş başladı. Bundan sonra o başlangıç günleri tekrar gelir mi o da bilinemez!
O
dönemde; "Kaldırımları işgal edenlerin kazançlarının haram olduğu" birçok
ortamda sıkça dile getirilirdi. Zaman geçti her şey unutuldu. O sözler nedense
artık duyulmaz oldu. Unutmamak gerekir ki; hak ve hukuk, sürekliliği olan
işlemler kuralıdır!
Sayın
Beşir Atalay'ın İçişleri Bakanı olduğu zaman aralığında bir ara, kaldırımların,
işyerleri sahipleri tarafından işgal edilmemesi ve tamamen halkın hizmetinde
kullanılası yönünde bizzat kendi imzasıyla bir genelge yayınlanmıştı.
Genelgede, kaldırımların işgalden temizlenmesi görevi Emniyet Müdürlüklerine
verilirken belediyelerin de zabıta desteğiyle işin içerisinde olması
isteniyordu.
Genelge
doğrultusunda ekibini kuran Emniyet Müdürlüğü, belediyeden de genelgede ön
görülen zabıta desteğini yazılı olarak talep etmişti. Biz de genelge
doğrultusunda zabıta görevlendirmesi yapmıştık. Görev veren makam,
belediyelerin de bağlı olduğu İçişleri Bakanlığı idi. Üstelik benim gibi birçok
vatandaşımızın da yapılmasını çok istediği doğru bir işti.
Kurulan
ekip çok kısa bir zamanda, yanılmıyorsam Emniyet Müdürlüğü'nden bir Şube
Müdürünün başkanlığında, Kıbrıs Meydanı'ndan Ulu Cami istikametine doğru, yolun
her iki tarafındaki kaldırımda uygulama yapmaya başlamıştı. Bu uygulama
sırasında hiçbir esnafa ceza da yazılmamıştı, esnaftan, sadece verilen talimata
uyulması isteniyordu.
Gün
öncesinden ikaz edildikleri halde talimata uymayanların yani kaldırım işgaline
devam edenlerin, işgallerine son vermek için çalışan ekibi, o sabah il dışından
dönen üst yönetici, arabayla o bölgeden geçerken görmüş. Zabıta arkadaşları
gören Başkan, herhalde uygulamayı belediyenin yaptığını zannetmiş olacak ki
telefonla beni arayarak neden böyle bir uygulama yaptığımızı sormuştu. Tabi
gelişmelerden onun haberi yoktu. Ben durumu açıkladım ve söz konusu uygulamayı
Emniyet Teşkilatının yaptığını söyleyince, tepkisi: " Amma da güzel olmuş ha.
Bizim kaldırımlarımız bu kadar geniş miymiş arkadaş! "olmuştu.
İşin
aslına bakılırsa, bu düzeni sağlamak yani işgalleri ortadan kaldırmak, yol ve
kaldırımları halkın yararlanabileceği halde tutmak, öncelikle belediyelerin
görevidir. Sayın Bakan da belediyelerin bu ve benzer uygulamalarda gerekenleri
yapmadıklarını bildiği için olacak ki bu görevi başta Emniyet Teşkilatı'na
vermişti.
Aradan
zannederim daha bir gün geçmişti, ilgili müdür;" Başkan Bey, Eski Belediye
Çarşısı esnafına, işyerinin önüne yarım metreye kadar ürün koymalarına izin
vermiş." dedi. Ben de Müdür arkadaşa;" O iş bitmiştir artık." dedim. Nitekim bir süre sonra öyle de oldu.
Daha
sonra bu işin başında bulunan Emniyet Amirine, işin ne safhada olduğunu
sorduğumda ; "O iş bitti, bıraktım artık. Belediye Başkanı, Milletvekilleri,
bir kısım teşkilat mensupları her gün arıyorlar, herkes talimat vermeye
kalkışıyor, ben bıktım artık. Zaten Bakanlık da herhalde vaz geçti." demişti.
Böylece bir uygulama da kaldırımları işgal edenlerin galibiyetiyle gündemden
düşmüş oldu.
Bu
durumda kim kimin yanında yer alıyordu acaba? Kaldırım ve yol tamamen kamuya
aittir. Esnaf bir kişi ve kaldırımı işgal etmekle haksızlık yapmaktadır, halk
ise çoğunluk ve kaldırım da yollar da onların. Hakkı olana hakkını vermeyip
hakkı olmayana hak tahsisi etmek olacak işi mi? Öyle hak dağıtmak yöneticinin
yetkisinde mi? İşte kapitalizm böyle bir şey! Hak hukuk yok o sistemde, sadece
para kazanmak ve para kazandırmak vardır, sistemin işleyişi bu esas üzerine
kurulmuştur. Çoğunluk, az sayıdaki kesime bağımlıdır! Üstelik bu işleri
yapanlar da, bu haksız talepte bulunanların kahir ekseriyeti (ezici çoğunluk)
de abdestinde, namazında olan insanlardır, daha ne diyeyim ki!
Bir
yakınım; isim vererek, "Falanca (saygın bir isim söylemişti), Sokakta taziye
kabulü yapanlara taziyeye gitmiyorum, çünkü orada, kamuya ait olan sokak bir
şekilde işgal ediliyor dolayısıyla orada bir hak ihlali var!' diyor." demişti.
Böyle ince düşünen kaç kişi var acaba? Tekrar ifade etmek gerekirse; bu tür
olaylarda yöneticilerin inisiyatif kullanma yetkisi yoktur, aksine, haksızlık
yapılan, hak gaspı olan yerde, haksızlığı ortadan kaldırmak ve hak olanın
uygulanmasını sağlamak, yöneticinin birinci derecede sorumluluklarındandır.
Birçok işte olduğu gibi yönetim işinde de çok eksiği olan bir toplumuz
vesselam!
Burada,
hemen herkes tarafından bilinmekle beraber, en azından, bildiği halde
bilmezlikten gelenlerin dayanaklarını kurutmuş olmak için Peygamber Efendimiz
(s a v)'in konuyla ilgili hadislerini ve ashabı ile aralarında geçen diyaloğu
hatırlatmakta, vebalden kurtulma bakımından yarar vardır. Peygamber Efendimiz,
yol kenarlarında oturulmasını yasakladıklarında, ashabı, o günün şartlarında,
birbirleriyle buluşup kendi aralarında değerlendirmelerde bulunabilecekleri
başka bir yerin olmadığını mazeret olarak öne sürmüşler, Peygamber Efendimiz
de; "O zaman yolun hakkını veriniz." buyurmuşlardır. Bunun üzerine; "Yolun
hakkı nedir?" diye sorulmuş, Peygamber Efendimiz de: "Harama bakmamak, gelip
geçenleri incitmemek, selâm almak, marufu (iyiliği) emredip münkerden
(kötülükten) nehyetmektir (men etmektir)" buyurmuşlardır.
Buharî
ile Müslim'de geçen ve Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadislerinde ise Hz.
Peygamber: "İman, yetmiş küsur şubeye ayrılır. En üst derecesi lâilâhe illallah
sözü, en alt derecesi ise insanlara eziyet veren bir şeyi yoldan alıp kenara
koymaktır. Hayâ da imandan bir şubedir." (Buharî, İman 2, Hadis No. 8)
buyurmuşlardır. Bu, işin manevi boyutudur. Bir de bu işin yasal boyutu vardır
ki; yollar ve kaldırımlar kamu' ya aittir, yani devletin, yani milletindir,
yani insanlarındır. Danıştay 8. Dairesi'nin daha yakın bir zamanda; yolların
kamuya ait olduğunu işaret eden "yolların asıl amacına uygun olarak
kullanılmasına" dair bir karı da mevcuttur.
Görünen
ve bilinenler odur ki; sırtını adalete dayayan toplum gerçek toplumdur. Bir
ülkede, bir kentte yaşayan insanlar, kentte yaşamanın ve o ülkenin yaşam
şartlarının gereğini yerine getirmek zorundadırlar. Sırtını adalete değil de
kasasına, masasına, dayısına, çevresine yaslayanların bulunduğu yerler, henüz
yerleşik düzene geçilememiş, adeta kırsal hayatın devam ettirilmeye çalışıldığı
yerlerdir.