Silahların gölgesinde bir kadın hamile kaldı. Yüreği ana
şefkatiyle bir kere daha kabardı. Kocası keleşi eline alıp kapıdan çıkarken,
ona yaklaştı. Soluk benzi, simsiyah gözleri her zamankinden farklı parlıyordu.
Korku ve sevinç aynı gözde kendilerini gösteriyordu. Başını hafifçe öne eğdi ve
'' hamileyim'' dedi. Adam, elindeki keleşi kapının eşiğine bıraktı.
Eşinin omuzlarından kavradı. Aynı korku ve sevinç onun gözlerinde de vardı.
Kadının alnından öptü. Tek kelime dahi edemedi. Boğazı düğümlenmişti, güçlükle
yutkundu sonra eğilip keleşi tekrar eline aldı. Boynunu öne eğip kapıdan çıktı.
Az ileride bekleyen arkadaşlarına katıldı. Geride göz yaşlı hamile bir kadın
bırakmıştı. Bu yolculuk, ölümüne bir yolculuktu. Mevziye varıp nöbeti devraldı.
Bir oğlum olsun, istiyordu. Adı Ömer olsun , adil olsun istiyordu. Geleceğe
bakıyordu, mevzinin düşman gözetleyen perdesinden. Bir kurşun geldi karşı
yamaçtan ve saplandı tam göğsünün ortasına. Gözündeki korku galip geldi
sevgiye. Ana karnında bir evlat bırakıyordu geride. Azrail`e emaneti teslim
etmemek için çabaladıysa da nafile...
Adamın gidişinin ardından iki koca yıl geçti. Vatan diye
savunulan yer, defalarca satıldı vatansızlar tarafından. Ölen adamın oğlu
olmuştu ve adını bir Ömer koyan olmamıştı. Doğduğunda kalkmıştı göç kervanı.
Çöller, sarp geçitler, aşılması güç dağlar, serin nehirler aşıldı aç ve susuz.
Tel örgülere varıldı nihayette. Babasına benzeyen bir kaç adam, ellerindeki
silahları bırakıp içeriye aldılar, onu ve ailesini. Kıt bir Türkçe ile
''Allah rızası için yardım edin'' dedi. Türk askerinin verdiği bir
yudum su ve bir lokma ekmek ile ölüme koşan ümitler yeniden yeşerdi. Uzaklara
baktı ölen kocası gibi. Oğlunu, silahların uzağında güzel bir yurtta
yetiştirmek istiyordu. Yola devam etti. Batı`ya daha ileriye yürüme
derdindeydi. Öylede yaptı, bazen koştu bazen yürüdü ve bir sahil kentine
ulaştı. Deniz öbür tarafında hayal ettiği yurt vardı. Aylarca çalıştı, dilendi
ve birkaç deste para biriktirdi. Kendileri gibi özgürlüğe gittiğini sananlarla
bir sandala bindiler. Deniz, soğuk ve karanlık olduğu için korkuyordu kadın.
Dalgalar yükseldikçe sarıldı oğluna. Tam ümit edilen yere gelinmişti ki,
silahlı ve vicdansız adamlar çıktı karşılarına. Sandallarını alabora edip
çığlıklar atarak uzaklaştılar. Deniz can almaya başladı, önce yoldaşlardan
başladı, sonra anneyi aldı ve nihayette küçük yavruyu boğdu. Minik ciğerlere
dolan serin sular, sadece bir vesileydi hakka yolculukta. Balıklar ağladılar,
küçük bedene. Melekler, aldılar ruhu taşıdılar arşa. Nasipsizlerden merhamet
beklenecek en son şeydi. Bu ölüm bir yok oluş değildi elbet ve içinde bir
ders-i Rabbani barındırıyordu. Küçük beden Yunus gibi korundu hırçın
dalgalardan ve sahile taşındı meleklerin elinde. Sanki uyuyormuşcasına bulundu,
yumuşak kumların üzerinde. Ders vardı küçük bedenin fotoğrafında, rahmani bir
ders. Yaşayan ölülere bir ders vardı. Keleşi verip savaştıran, vatanını
karıştıran nasipsizlerin eline düşmemişti, küçük çocuk. Ben müslümanım
diyenlerin yurduna bırakılmıştı, cansız bedeni. Kimliksiz ve kimsesiz verildi
haberi. ''Ölmüşüz Haberimiz Yok'' dedirtti bize. Bir sokak köpeği, ucuz
bir siyasetçi, aptal bir popçu kadar gündem olmadı, şu ölmüş ruhlar çöplüğünde.Ölen çocuk
herşeyde n önce Müslüman`dı. Türk`tü, Kürt`tü, Arap`tı. Ah be yavrum, ölen sen
değilsin. Alman kadar bencil, İngiliz kadar sinsi, Yahudi kadar vicdan
tüccarı,Fransız kadar kibirli, Rus kadar dünya malına sarhoş bizler ölüyüz.
Rahmani dersi görmeyecek kadar körüz, ilahi emri duymayacak kadar sağırız,
haksızlık karşısında susacak kadar nankörüz.
Rabbim bizi affetsin, Ölmüşüz Haberimiz Yok.
Tarihçi-Yazar Mehmet IŞIK