Yer yüzünün niyazla göğe açılan elleridir ağaçlar, rüzgarla birlikte ya da rüzgâra rağmen kâinat beşiğinde salınıp duran.
Kimi savurur saçlarını, kimi gövdesine eğer başını,
kimi deler geçer taşı, kiminin arşa değer başı.
Kimileri ormanlarda kalabalık aileler gibi, kimi dağ başında bir başına bir münzevi...
“Tapınaktır ağaçlar. Onlarla konuşmayı onları dinlemeyi bilen hakikati öğrenir. Öğretiler ve reçeteler vaaz etmez onlar, münferit şeylere aldırmadan hayatın kadim yasasını söylerler” der Herman Hesse Ağaçlar kitabında.
Yaşamla ölümü de bu kadar güzel anlatabilen bir canlı daha yoktur sanırım şu hayatta. Kış ayazında izle beni! der. Bak, kurudu kolum kanadım, bak döküldü dalım yaprağım yine de isyan etmedim, yine de değişmedim, yine de başkalaşmadım. Bin yaprak döktüysem bin bir yaprakla yine yeniden yaşamı selamladım.
Bağ komşumuzun ulu bir çınar ağacı vardı, küçüktüm, toplaşır tüm çocuklar onun zamanla kendiliğinden aralanmış gövdesinde oyunlar oynardık. Çocukluğumun belki de en güzel günleri bağ zamanlarıydı. Büyülü bir dünyaydı doğa ve sihirli değnekleri olan büyülü gövdelerdi ağaçlar.
En çokta ulu ve heybetli ağaçlara hayrandım hala da değişmedi bu durum. Yaşamış, koca bir tarihe şahit olmuş, sadece şahit olmakla kalmamış kâinata soluk olmuş, nefes olmuş kanlı canlı açık hava kütüphaneleridir onlar.
“Bir ulusun uygarlık düzeyi, üzerinde yaşadığı toprakları ağaçlandırmasıyla ölçülür” der Franklin Roosevelt. Bu yüzden daha küçükken dillerine dolarız çocuklarımızın “tohumlar fidana/fidanlar ağaca/ağaçlar ormana dönmeli yurdumda” şarkısını.
Hatırlarsınız sizler de uygarlık sevdası yüksek Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “bir köşk için bir ağacı feda edemem” sözünü, (hatırlamayanlar için : “Atatürk’ün sağlık nedeniyle Yalova’daki köşkte kaldığı yıllarda buraya görevli ya da konuk olarak gelip gidenler artmıştı. Üstelik, köşkün bütün gereksinimleri İstanbul’dan karşılanıyordu. Denizyolu ile Atatürk’ün çiftliği ve termal tesislerine giden karayolu arasında bir bağlantı istasyonu görevi görsün diye bir binanın yapımına girişildi. Vapur bekleyenler ya da vapurdan inenler burada dinlenebileceklerdi. Ayrıca Atatürk’ün deniz kıyısına indiğinde soluklanacağı bir yer olarak düşünülmüştü. Bu bina iki katlı ahşap bir köşk olarak tasarlandı. Yetkililer, Atatürk’ün doğa sevgisini bildikleri için asırlık bir ağacın altına yaptırdılar. Ne var ki, ağacın o kadar yakınına sokulmuşlardı ki, bina yükselince koca koca dallar arasında kalıverdi. Asırlık ağaç yeni sürgünler verip yapraklanınca köşkü tehdit eder oldu. Bu durum karşısında akla gelen ilk şey ağacı kesmek oldu. Ancak Atatürk’e danışmadan bu işe cesaret edemediler. Atatürk, “Bir köşk için bir ağacı feda edemem.” dedi. İstanbul’dan, Tramvay şirketinden mühendis ve teknisyenler getirtti. Bina “caraskal” ile askıya alındı. Altına raylar döşendi. Ağır ağır kaydırılarak ağaçtan uzaklaştırıldı”).
“Bakarsınız bir akşamüstü, bütün ağaçlar kuş açmıştır” der Adnan Yücel, zaten en çokta kuşlar yakışır ağaçların dallarına.
Ağaçlar ve kuşlar demişken çok hoşuma giden bir bilgiyi de paylaşayım burada. Kısa bir süre önce aldığım Permakültür Eğitimi’nde Dilek Hoca anlatmıştı. Amerika da yaşayan ve bir permakültür tasarımcısı olan Penny Livingston-Stark bir gün insanlarla birlikte otururken birden durup “birileri geliyor” diyor. Gerçekten de bir süre sonra ağaçların arasından birileri geliyor ve insanlar hayretle soruyorlar “nereden bildin?” diye. Bunun üzerine Penny “kuşların ötüşü değişti” diyor. Biz insanlar normalde hep yere bakarak yürüdüğümüzde kuşlara rahatsızlık vermiyormuşuz. Kentsel yaşamın getirisi olarak zamanla karşıya bakarak yürür hale gelmişiz. Bizler karşıya baktığımızda da kuşlar bu durumu kendine tehdit olarak algılıyor ve ötüş şeklini değiştiriyormuş. Sizce de çok muazzam değil mi ekolojik yaşam?
Babam da çoğu zaman hatta bilhassa akşamları, kuşları ürkütmesin diye engin bir dala radyosunu asar sonra radyodan usulca bir ses yükselir ve sesler kuş seslerine karışır “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına…”.
“Derdiniz varsa gidin denizlere anlatın, kedilere, bulutlara anlatın, pencere pervazındaki çiçeklere anlatın. İnsana dert anlatılır mı?” der Turgut Uyar. Bence de gidin ağaçlara anlatın. Hatta sarılın sımsıkı gövdesine ve sadece zihninizden geçirin, kalın öyle dakikalarca.
Dünyanın en güzel hissidir belki de bir ağaç gövdesine sarılmak ve onu solumak…
Bulduğunuz her fırsatta da bir fidanı toprakla buluşturun olmaz mı?