Pîr-i Türkistan"ın huzurunda bayanın önderliğinde, ellerin aşkın
aşkına açılması
anında dilime dökülen cümleler şunlardı: Allah"ım şükürler olsun sana!
İşte beklediğim an bu gündü! Yıllardır bir sofiden duymak istediğim sözü
burada, binlerce kilometre uzaklıkta bir Türk mutasavvıfının ocağında Ulu
Türkistan"da gördüm ve okudum: " "Cehalet
öyle bir tufandır ki Nuh tufanı onun yanında zayıf kalır". Bu cümleyi görür görmez gözlerime inanamıyordum.
Bu gördüğüm hayal mi, hakikat mi? Diye kendi kendime sordum; döndüm bir kere
daha okudum. Sevinçle yazının karşısına, Kabrin ayakucuna dikildim ve sonra
içimden gelen sesi dillendirdim : " Ben
de müridin olayım "Piri Türkistan! Ey Hazreti Sultan!" dedim ve kabrinin önünde sonsuza kadar durmak istedim.. Etrafımdaki insanlarda hiçbir değişiklik yok iken bendeki bu heyecan ve
hayret nedendi? Çünkü "Sofuluğun anası
bilgi düşmanlığıdır " diyordu Karl Marx da, ondan. Sovyetler döneminde bu söz doğrulanmış
ve atasözü haline gelmiş. Bu tespit, Komünizm rejimi döneminde yetmiş yıl okullarda
okutulmuş ve insanların zihninde sofuluk bir din olarak gösterilerek İslam"la
özdeşleştirilmiştir. Aklın ve bilimin ışığında ancak değişim sürecinin
gerçekleşebileceğini, dünya ve ahiret mutluluğuna ancak akıl ve bilimin
rehberliğinde ulaşılabileceğini, donmuş ve kalıplaşmış kuralların önüne ancak
akıl ve bilimle geçilebileceğini söyleyen İslam Dini, sıradan bir yeniliğin
bile normal şartlarda felaketten başka bir şey getirmeyeceğini, " bilgi şeytanda da vardır", diyerek
bilgiye düşman kesilen ham sofuların elinde maalesef Müslümanlar zillet,
meskenet, pejmürdelik, dağınıklık, kabalık, serttlik, şidde gibi geri kalmışlık
halinden kurtulamamışlardır. İşte bu ahvali gözler önüne seren komünistler "dinin
afyon"olduğunu söyleyerek halkı
inandırmışlar ve şöyle alkış almışlar: " Yaşasın büyük öğretmenimiz, büyük
liderimiz, insanlık idealı, ilmin güneşi, inancımızın ve fikriyatımızın
sembolü, sevgili ve aziz yoldaşımız Stalin".
Yüzyılları kapsayan zaman diliminde insanlığın zihnini
sürekli diri tutan büyük sofi Ahmet Yesevi ise aklı,
bilimi ve Vahyi zihninde ve hayatında sürekli diri tutmuştur ve öyle de
yaşamıştır.
Çünkü
onun tefekkür dünyası hiç kirlenmemiş ve yozlaşmamıştır. O, elde edilen bilgilere bir sofi elbisesi
giydirmemiştir. Bir sofi olarak akıl ve
vahyi birlikte yürüterek bir sonuca varmıştır. Çünkü o, derin, coşkun ve amaca
ulaşmış bir mutasavvıftır. O Kuranın has bendesi, Peygamberin ve ehl-i Beytinin
ezeli aşığıdır. Yeseviye göre bilgi ikiye ayrılır: İlahi Bilgi(İlm-iLedün),
sırların bilgisi( ilmu"l-Esrar), gaybın bilgisi(ilmu"l-gayb). Bir de akılla,
bilimle elde edilen bilgiler vardır. İnsan bu bilgileri ancak emek sarf ederek
elde edebilir; hakikate de bu bilgilerle ulaşabilir. Kalplerin bir dine inanmakla
sükunete kavuşacağını söyleyen Ahmet Yesevi, bu dinin de Rahman sıfatına sahip
olan Allahın dini yani İslam olduğunu dile getirmiştir. O, insanın dünya ve
ukbada ruhi özünü üç değerli erdemin oluşturduğuna inanır: iman, umut ve aşk.
Yesevi, umutu, insan yaşamını belirli şartların yerine getirilmesi halinde
bütün arzuların karşılanabileceği bir yolculuk olarak görür. Kabuktaki
ayrılıklar ne olursa olsun, amaç her zaman aynı; Ruh ile rabıtanın yeniden elde
edilmesi için gereken Rahmet"e aşkla vasıl olunacağına inanır:
Zâhit
olma, âbit olma âşık ol
Aşksızların
hem dini yok hem iman.
Bilindiği üzere Dinde birbirini
tamamlayan iki unsur vardır: Akıl ve Vahiy. Müslümanlar bu iki unsurun
uygulamalarını saptırılmaları sonucunda zamanla dinin akla aykırılığı daha çok
öne çıkınca dinin özgün doğası hakkında ki görüşlerinden vazgeçilmiş; insanlar
boş inançlı tutkularla mücadelede varlık gösterememiş, gönül yüceliği, özgürlük
sevgisi ve bir insanı büyüten erdemin akıl ve bilim olduğu unutulmuş sonunda Müslümanlar
zihnenlerini zillete ve asılsız şeylere boyun eğmeden kurtaramamıştır. Halbu ki
insan kendini koruyacak kadar bu erdemlerden pay aldığı ölçüde erdemli
yaşayacak, din ve dünyasını mamur edecektir.