Yavaşlamak

Vietnamlı bir Zen Budist rahip, öğretmen, yazar olan Thich Nhat Hanh “Durmak, zihin ve bedeni bir araya, buraya ve şimdiki zamana getirir” diyor.

Vietnamlı bir Zen Budist rahip, öğretmen, yazar olan Thich Nhat Hanh
“Durmak, zihin ve bedeni bir araya, buraya ve şimdiki zamana getirir” diyor.  
 

Biz insanlar, insanlar diyorum zira canlılar arasında bir tek biz insanlar yapıyoruz bunu; gereğinden çok fazla hızlı ve ölçüsü olmayan bir dünya yaşatıyoruz kendimize. Sabah yatakta gözlerimizi açtığımız andan itibaren başlıyor acelemiz. Hız ve haz toplumu olup çıktık. İçinde yaşadığımız dünya biz durmayalım diye elinden geleni yapıyor. Zamanla yarışıyoruz resmen ve her şey tık, tık, tık olmak zorunda. Hep yetişmemiz gereken bir şeyler varmış gibi yaşıyor, hep koşuyor koşturuyoruz. 

Hayatımızda ne kadar az boşluk bırakırsak ya da ne kadar çok boşluğu bir şeylerle doldurursak hayatın o kadar anlamlı olacağını düşünüyoruz. Prof.Dr. Kemal Sayar, ‘Yavaşla’ adlı kitabında şehir insanın yaşadığı kaosu ne güzel ifade eder: “artık her yerde ve hiçbir yerdeyiz. Aslında bütün varlığımızla bir yerde değiliz, parça parça orada ve buradayız!” Gerçekten de bu hız ve haz çağında tam da bunu yaşıyoruz ‘her yerde ama hiçbir yerde’. Bu düzensizliğin içerisinde bir düzen tutturmaya çalışıyoruz. Disipline hayat yaşayan insanların sayısı giderek azalıyor.
 

Bir başka psikolog; hayatın, hız ve haz arasında uyuşmasına “anestezi çağı” diyor. Haksız da değil galiba, zira anestezi almışçasına uyuşarak yaşıyoruz çoğu zaman hepimiz. Bu çarkın dişlileri arasında kaybolup gidiyoruz. Şairin de dediği gibi; 
“Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya”. 
 

İnce şeyleri anlamaya, ince düşünmeye, incelikli olmaya kimsenin vakti yok. Oysa ne çok ya da belki de en çok ihtiyacımız olan şey “ruh inceliği” değil mi sizce de? Üslup, nezaket, zarafet, zarif tutum hangimizi etkilemez ki?
 

Günlük rutinlerin arasında sıkışıp kaldığımız zamanlarda; yazdığımız bir makaleyi, çalıştığımız dersi, ilgilendiğimiz projeyi, e-postalarımızı ve telefonlarımıza gelen mesajları kontrol etmeyi bir kenara bırakıp küçük molalar verdiğimizde sizde de bir suçluluk hissiyatı doğuyor mu? Geçtiğimiz haftalarda kıymetli bir hocamla hasbıhal ederken bu hususta yalnız olmadığı öğrendiğimde açıkçası biraz rahatladım . İster iş hayatında ister yaşamın diğer kısımlarında olsun tek bir iş değil aynı anda birçok işi birden ya yapar ya da düşüncemizde planlarız. Zihnimizde ve elimizin altındaki ajandalarımızda yapılmak üzere planlanmış birçok liste varıdır. Üstelik bir de tez canlıysak bunların hepsini “hemen” yapmak isteriz. Bu duruma bir de çevremizi alıştırdıysak, onların hız beklentisi de buna dahil olur ki bu durum bizi daha da yorar. “Zaman kaçıyor, zaman uçuyor, yeterince zamanım yok, yine hiçbir şey yapamadan akıp gitti zaman gibi serzenişlerle, yetişmek için daha hızlı koşmaya daha hızlı pedal çevirmeye odaklarız kendimizi. Ne dersiniz; zamane insanları olarak zaman hastası olup çıkmadık mı sizce de? Çok çalışmanın ya da sürekli ve yoğun çalışmanın bizi daha değerli bir insan yaptığına dair bir inanç sistemi içinde yaşıyor olsak da açıkçası ben buna çokta takılmıyorum. Boş oturduğum her zaman diliminden inanılmaz suçluluk duyduğum doğrudur evet. Böyle zamanlarda zihnim çok uğraşır benimle “boş boş oturmamalı bir şey yapmalısın” der sürekli ve çokta uzun sürmez bu rehavet halim hemen kalkar bir uğraş bulurum kendime. Doğrusu bu mudur bilemem tabi ama salt bundan ötürü değerli olamam ya da benim değerim bununla ölçülmez sanki. Gerçek şu ki, yaşamaya devam ettiğimiz sürece her zaman yapmamız gereken işler, bize tahsis edilmiş görevler ve yükümlülüklerimiz illa ki olacak. Böyle durumlarda, stres seviyemizin de yükselmesine sebep olacak hız arttırımına gitmektense alışılmışın dışına çıkıp yavaşlamayı seçsek ne olur ki? 
 

Bir Afrika serzenişi ne kadar da haklı bir serzeniştir; “hızlı gitmekten ruhlarımız arkada kalıyor!” 
Kendi atalarımızın da bu hususta kurdukları çok güzel cümleler var;
“hızlı koşan çabuk yorulur” 
“hızlı sağanak tez geçer”  
“acele işe şeytan karışır” gibi.
 

Hangi çalışma olursa olsun aşırı efor gösterilen her durum çabuk yorgunluğa sebebiyet verir. Takdir edersiniz ki yorulan kişinin performansı da düşer dolayısıyla sonuca ulaşmakta da gecikir. Sağlıklı bir netice elde edebilmemiz için harcadığımız eforun dengeli ve bizleri her manada yormayacak ölçüde olması gerekir. Nicelikten çok nitelik değil midir asıl olan?
 

İçimizdeki düşünceler çoğu zaman dört nala koşar ve beden tempomuz buna ayak uydurmakta güçlük çeker. “Hız, verdiği duyusal telaş ile, dikkat dağıtmak için bir stratejidir” der Mark Kingwell. Milan Kundera’ya göre de “her şey çok hızlı gerçekleştiğinde insan hiçbir şeyden emin olamaz, kendisinden bile”. Siz de şöyle bir geriye yaslanıp düşünür müsünüz lütfen? Herhangi bir şeyi acele ile yaptığımızda daha az zevk alıp daha stresli hissetmiyor muyuz kendimizi? 
 

Dünyada 1986 yılında bu durumdan doğan şikayetler sonucu “slow living” diye öğrendiğimiz bir akım başlamış. Yavaş yaşam hareketi! Yavaş hareket ederek yaptığımız işten zevk almak ve bu sayede anın farkına varabilmek, yani anı yaşamak bu akımın ana felsefesi olmuş. Profesör Guttorm Fløistad bu hareketin felsefesini şöyle özetliyor:
 

"Kesin olan tek bir şey her şeyin değiştiğidir. Değişimin ivmesi artıyor. Hayata tutunmak istiyorsanız acele etseniz iyi olur. Günümüzün mesajı bu. Ancak temel ihtiyaçlarımızın asla değişmediği herkese hatırlatılmalı. Başkaları tarafından görülme ve takdir edilme ihtiyacı. Aidiyet ihtiyacı. Yakınlık ve itina, birazcık sevgi ihtiyacı. Bu, sadece insan ilişkilerindeki yavaşlıkla verilebilir. Değişimlere hâkim olmak için yavaşlığı, tefekkürü ve birlikteliği yeniden edinmek zorundayız. Bu noktada gerçek bir yenilenme hissedeceğiz” diyor ve ekliyor “yavaşlık" kavramının her şeyi salyangoz hızıyla yapmak demek değil tersine hayatın farklı alanlarındaki aktiviteleri daha tatmin edici şekilde ve doğru hızda gerçekleştirmek gerekir”.
 

Siz de takdir edersiniz ki insanın doğasına aykırı bir hızda yaşamaya çalışması ve bu hızlılığın üstesinden gelemeyen bedenlerimiz sürekli maruz kaldıkları bu gereksiz streslerle error verir hale geldi ve “çağımızın hastalıkları” dediğimiz stres, anksiyete, tükenmişlik sendromu, kronik yorgunluk ve panik atak gibi hastalıklar nüksetmeye başladı. Bu tarz sağlık sorunları yaşamaya başlayan insanlar hızlandırılmış olan bu hayat cenderesinin aslında hiçbir şeyin cevabı olmadığını fark ettiklerinde yavaşlamaya karar verdiler ve durup ruhlarının kendilerine yetişmesini beklerken de “slow life” yani “yavaş yaşam” denilen bu akımı buldular!
 

Peki bizler daha iyi bir hayat için ne yapalım? 
 

Bi kere bu soruyu herkes kendisine sormalı. Mutlu ve huzurlu olmak hepimizin en doğal yaşam hakkı diye düşünüyorum. Ancak yaşam gailesi dediğimiz, iş ya da eğitim hayatımızda karşılaştığımız sorunların oluşturduğu stresler buna engel olabilir. Daha iyi bir hayat için stresten kurtulmanın ön koşul olduğunu kabule geçersek işimiz biraz daha kolaylaşır sanırım. Herkesin bir ağrı eşiği olduğu gibi bir stres eşiği de olduğunu düşünürüm hep. Stresi yaşamımızda yönetebildiğimiz ölçüde daha iyi bir hayat yaşayabileceğimize inanırım. Fakat inanmak, kabullenmek başka bir şey bunu hayata geçirmek başka bir şeydir. İnandığımızı kabullendiğimizi uygulama noktasındaki başarımız ve bunu sürdürebilir kılmamızdır bizi olumlu neticeye ulaştıracak olan. 
 

Gelin başa dönelim ve “neden yavaşlamalıyız?” sorusuna birlikte cevap arayalım. Güneş’in en güzel battığı yer olarak tanımlanan Zanzibar’da kullanılan bir terim vardır “pole pole- yavaş yavaş!” derler ve bir altın kural eklerler: hızlıca zirveye ulaşmak istiyorsan yavaş yavaş yürüyeceksin! 
 

Bir kere insan yavaşladığında her şeyi çok daha net görür. Düşünsenize hızla giden bir arabanın camından dışarıyı izlediğimizde manzara hızı çekimdeymiş gibi akar gider gözlerimizin önünden, oysa koskoca bir yaşam döngüsü bırakıyoruzdur ardımızda ve bunu ancak yavaşlayarak yakalayabilir, fokuslanarak yani odaklanarak algılayabiliriz öyle değil mi?
 

Yavaş olmak aynı zamanda kendi hayatımızın ritmini kontrol etmek, kendine bedenen ve ruhen daha iyi bakma fırsatı tanımak anlamına da gelir.
 

Yavaşlamak aynı zamanda bizleri duygu dünyamızla bağlantıya geçirir ki başarılı insanların çoğu tüm duygularının farkındadırlar.
 

Yavaşladığımızda aldığımız kararlar daha sağlıklıdır. 
 

Uzmanlar diyor ki; artan aktivitemiz ve stresle birlikte, sempatik sinir sistemimiz devreye girer. Kaç/savaş olarak da bildiğimiz bu sistem kaslarımıza enerji verir, tansiyonu yükseltir, zihinsel aktiviteyi artırır, nefes alıp verişimizi hızlandırır. Fakat bunun yanında sindirim, boşaltım ve üreme gibi diğer fonksiyonlarımızı devre dışı bırakır. Bu durum da bedensel sağlığımızı tehdit etmeye başlar. Bedensel sağlığımız bozulduğunda fark edilmesi kolaydır; bağışıklığımız düşer, kilomuzda değişiklik olur, sindirim ve kalp problemleri yaşarız. Zihin sağlığımızdaki sorunları görmemiz ise biraz zaman alabilir. Ancak zihin ve beden birbirinden ayrılamaz ve her ikisi de aynı derecede önemlidir. Bu yüzden zihnimizin de en az bedenimiz kadar yavaşlamaya ihtiyacı vardır.” O yüzden bazen öylece durup hayatı izlemeliyiz. Zira bu bir demlenme halidir ve demlenme halinden daha duru çıkar her fikir. Tarlanın nadasa bırakılması gibi. Ne diyor bakın yazar; “farkındalık, içimizdeki gürültüyü durduran uygulamadır” (Thich Nhat Hanh). İçinizdeki gürültüleri dindirelim. Dindirelim ki farkındalığımız artsın. 
 

Soren Kierkegaard “çoğu insan hazzın peşinden öyle nefes nefese bir telaşla koşar ki farkına varmadan onun yanından geçer” der. Aşırı hız sadece trafikte kazalara sebep olmaz, hayat yolculuğumuzda da kazalara sebep olur ya da bazı şeyleri ıskalamamıza. “Aşırı hız yapan hayaller, gerçeklere çarparak durur“ der Charles Bukowski. Hayallerimizin gerçeğe dönüşememesi ya da dönüşmemesi de çoğu zaman mutsuz kılmaz mı bizleri. Jean- Louis Fournier bunu ne güzel bir öğretir oysa bizlere “mutluluğun peşinden koşuyorlar. Mutluluk koşarak yakalanmaz halbuki, yürürken yakalanır”. Yavaşlamak için şahane bir sebep değil mi sizce de? 
 

Virginia Üniversitesi’nde bir güneş saati varmış ve üzerinde de şöyle yazılıymış:
“Zaman;
bekleyenler için çok yavaş, 
korkanlar için çok hızlı, 
yas tutanlar için çok uzun, 
sevinenler için çok kısadır. 
Ama sevenler için sonsuzluktur. 
Saatler uçar, 
çiçekler solar, 
yeni günler, 
yeni yollar geçer gider, 
aşk kalır.”
 

Sonuç olarak; elimizin altından akıp giden zamanı yavaş hızla, anı yaşayarak, andakilerin hazzına vararak yaşamak ve bunu bir yaşam disiplinine dönüştürmek hayatımızı daha kaliteli kılacaktır sanki.
 


ŞERİFE AKKEÇECİ

9.01.2023 01:44:00


STK’lardan Görgel’e destek

Dedeoğlu, “Memleketimizin Ankara’dan 100 yıllık alacağı var “

Ceyhan; “Ilıca için yeni bir sayfayı birlikte açıp yazalım”

Hava-İş Depremzedelerin yanında!

Ateş, “Fatma Şahin'den daha iyi bir belediye başkan adayımız var, Zeynep Özbaş Arıkan var”

Arıkan, “Bizim en büyük projemiz, şehrimizi bir an önce ayağa kaldırmak”

Ceyhan, “Gümbür gümbür geliyoruz”

Ateş, “Cumhuriyet Halk Partisi birçok ilçede iddialı duruma geldi”

Arıkan, “Kahramanmaraş’ın en büyük sorunu barınma”

Kahramanmaraş’ta Tefecilik Operasyonu

Arıkan, “25 bin 046 kişilik stadyum yapacağız”

Dora’dan, MHP Kurultayı öncesi açıklama

Başkan Adayı Toptaş, Canlı Yayında Projelerini Anlattı

Sosyal Medya Anketleri Dr. Ceyhan'ı Onikişubat'ta Favori Gösteriyor

Gençler sordu, Aydoğar ve Ceyhan cevapladı

Aydoğar’dan Hizmet İş Sendikası yöneticisine sert tepki

Merdan Balıkçılık, sosyal sorumluluk projelerine destek vermeye devam ediyor