Zaman;
her şeyin içinde ama hiçbir şeyin tam olarak tarif edemediği bir sır.
Elimizdeymiş gibi duran ama hiçbir zaman tutamadığımız; konuşurken bile arkamızdan usulca süzülen şey.
Bir kum saati düşünün. Üstten aşağıya dökülen kum taneleri.
O taneler bizim anlarımızdır. Geçtiği anda artık ona sahip değiliz.
Ve ne kadar sıkı tutsak da, zamanın eli hep biraz kaygan kalır.
Felsefe, zamanı bir nehir gibi düşünür bazen.
Herakleitos’un dediği gibi, “aynı nehirde iki kez yıkanamazsın”.
Çünkü su akar, sen değişirsin, dünya değişir.
O halde zaman yalnızca geçmekle kalmaz, değiştirir de.
Değmediği dokunmadığı hiçbir şey yoktur şu alemde;
insanlar yaşlanır, dağlar aşınır, duygular değişir, yapılar yıpranır.
Velhasıl zaman her şeyi değiştirir, dönüştürür ya da yok eder.
Sabır ise;
zamanın içindeki en sessiz yol arkadaşıdır, onunla beraber yürüyen, görünmeyen ama hissedilen...
Susmanın, beklemenin ve içten içe güçlenmenin adıdır; sabır.
Dışarıdan hareketsiz gibi görünür ama içeride koca bir dünya kurar kendine.
“Sabır, boyun eğmek değil, mücadele etmektir”. Sessiz bir mücadele… Görünmeyen, ama derin derin yol alan bir iç dirençtir.
Beklerken büyümek, acıyı yoğurmak, göğsünde yumuşatmak, sağmaktır.
Bir tohumun sabrı vardır mesela toprağın altında karanlıkta beklerken.
Ne güneş görür ne rüzgâr.
Ama zamanı geldiğinde, çatlar, filiz verir.
Büyür, koca bir dünya verir.
İşte o ulvi ve besleyip büyütücü bekleyişin adıdır; sabır!
Gizli bir gayret, sessiz bir doğuş!
“Zaman nedir?” diye sormuştu Aziz Augustinus.
“Biri sormazsa biliyorum, ama sorulunca anlatamıyorum” demişti ardından.
İnsanın en çok kullandığı ama en az anladığı kavramlardan biri belki de “zaman”!
Onu tanımlar gibi yapar; saatlere, takvimlere sığdırırız.
Oysa zaman, ölçülmez. Yaşanır. Ve her yaşanış bir eksilmedir aslında. Her geçen dakika, bizden bir şey alır. Kimi zaman bir hayali, kimi zaman bir gülüşü, kimi zamansa bir ihtimali…
Sabır da böyledir.
Sözlükler sabrı ‘beklemek’ diye açıklar.
Oysa sabır, sadece beklemek değildir; beklerken dönüşmektir.
İçinde fırtınalar koparken, dışarıda bir yaprak kıpırdatmamaktır.
Zaman ile sabır arasında ince, kadim bir bağ vardır.
Biri akarsa, diğeri durur.
Biri tüketirse, diğeri üretir.
Zaman aşındırırken sabır onarır.
Zaman sürüklerken, sabır kök saldırır.
Hayatın her anındadır sabır!
Sanatta sabır vardır mesela;
sanatçının en gizli ilhamıdır sabır.
Sanat, bir anda doğan değil, zamanın içinde büyüyen bir ruhtur.
Bir mısranın doğması, bazen onlarca sessiz gecenin içinden geçer.
Şairin kalemi kağıda dokunmadan önce binlerce düşünceden süzülür; her kelime, suskunlukla yoğrulmuş bir anlamın meyvesidir.
Şairin kaleminden dökülen her dize, bir sabır işçiliğidir.
Bir besteci bir melodiyi defalarca bozmadan bir şarkı dile gelmez.
Bir heykeltıraş, mermerin içinde saklı duran sureti elleriyle değil, sabrıyla çıkarır.
Bir ressam fırçayı yüzlerce kez tuvale sürmeden bir resim doğmaz.
Ressamın fırçası yalnızca boya taşımaz; her darbe, bekleyişin, gözlemlemenin, içe dönüşün izlerini taşır.
Sanatçı, takdir edilmeden önce beklemeyi bilir; anlamak için yaşar, anlatmak için bekler. Anlatacak sözü olan ama bunu zamanından önce söylemeyen, sabrıyla sözünü derinleştirendir sanatçı. Çünkü bilir ki, ham olan şey dile geldiğinde çabuk unutulur; olgunlaşmış söz ise ruhta iz bırakır.
Aşkta sabır vardır.
Bir kalbi tanımak, anlamak zaman ister.
Bir duvarın ardındaki ruha erişebilmek için çoğu zaman durup bekleyebilmek gerekir…
Aşkın inceliğidir, sabır.
Sevilenin bir bakışını günlerce bekleyebilmektir.
Leyla'yı yıllarca arayan Mecnun’un çöllerde susuz kalması ya da Ferhat’ın dağları delmesidir.
Bunlar mecaz değil, aşkın sabırla nasıl yoğrulduğunun hikâyeleridir.
Bu yüzden aşk, coşkunun olduğu kadar bekleyişin de sanatıdır.
Bilgelikte sabır vardır.
Cevaplardan önce sorularla yaşamayı bilmek gerekir.
Proust, “Kayıp Zamanın İzinde” adlı dev eserinde, zamanı bir hatıra bahçesi gibi işler. Bir kurabiyenin çaya batırılmasıyla geçmişin kapıları aralanır.
Oğuz Atay, “Tutunamayanlar”da zamanı bir yük gibi taşır kahramanlarının omzuna.
Sabırsızlıkla geçen bir gençliğin ardından gelen pişmanlıklar, zamanın törpüsüdür.
Tolstoy, sabrı karısıyla geçirdiği uzun yıllarda öğrenir belki.
Sabırla yazdığı Savaş ve Barış, zamanı yalnızca anlatmakla kalmaz, onu yaşatır.
Hayat dediğimiz şey, bütün sabırlı zamanların toplamıdır.
Zaman, bize sabrı öğretir; sabır ise zamanı anlamamıza yardım eder.
Biri diğerinin aynasında yansımasını bulur.
Zamanın hızla aktığı bu çağda sabır, adeta kaybolmuş bir erdem gibidir.
Saniyeler içinde karşılıklar bekleyen bir çağdayız.
Bir tuşla yemek, bir tıkla aşk, bir mesajla anlam, bir adımla başarı peşindeyiz..
Hakikat, sabırla yoğrulmuş zamanın çocuğudur. İlmek ilmek dokunan zamanın kumaşında saklıdır.
Bu yüzdendir ki hiçbir hakikat, bu kadar hızlı gelmez.
Bugünlerde de en çok; zamanla dost olmaya, sabırla yürümeye ihtiyacımız var.
Çünkü bazı sorular hemen cevap bulmaz.
Bazı yollar hemen açılmaz.
Bazı yaralar hemen iyileşmez, ancak sabırla kapanır.
Bir tohum gibi, toprağın altında karanlıkta beklemeyi bilmeliyiz.
Çünkü o bekleyiş, boşuna değildir.
Filiz orada, sabrın içindedir.
Ve biz ne zaman sabretmeyi öğrenirsek,
İşte o zaman zamanı da sevmeye başlarız.
Bu iki kavram, insana dair bütün hâllerin içinde sessiz ama derin izler bırakır.
Kimi zaman bir annenin bekleyişinde, kimi zaman yaşlı bir çınarın köklerinde, kimi zamansa bir çocuğun büyüyen bakışlarında saklıdır.
Günümüz dünyasında en çok yitirdiğimiz şeydir belki de bu iki kadim yoldaş:
Zaman ve sabır.
Sabır, zamanın kulağına fısıldanan bir duadır.
Zaman ve sabrın yolculuğunda ,
iyi bir hayat öğrencisi olabilmek dileğiyle.